Monday, September 25, 2006

 

RED LIGHT DISTRICT (Novel)

COVER PHOTO OF MY LAST NOVEL




Sunday, September 17, 2006

 

YAZAR MEHMET ÜNVER


 

MY THIRD NOVEL - ÜÇÜNCÜ ROMANIM


BOOK COVER OF RED LIGHT DISTRICT

 
AUTHOR MEHMET UNVER - MEHMET ÜNVER
Edebiyat, sanat, müzik, yazılar... kısaca yaşam
Books, literature, writing, art, articles about life.



Friday, September 15, 2006

 
KIRMIZI FENER SOKAĞI İSİMLİ ROMANIMIN BASIN BÜLTENİ
Press Bulletin Of My Third Novel


Wednesday, September 13, 2006

 

MEHMET ÜNVER'in ÖZGEÇMİŞİ

1956 yılında İstanbul’un en şirin iskele semtlerinden biri olan Kuzguncuk’ta doğdum. Çocukluğum henüz kirlenmemiş olan Boğaziçi’nde yüzerek, şehir hatları vapurlarıyla gezerek, ve yemyeşil bostanlarda oynayarak geçti. Küçük yaşlarda edebiyata merak sardım. Yaz tatillerinde babamın bahçemizdeki ağaçların üstünde yaptığı ağaç evde kitap okuyarak ve kendi çapımda öyküler yazmaya çalışarak ilk edebi denemelerime başladım. Dünyanın değişik yörelerine yaptığım seyahatler kafamdaki insan ve mekan malzemesinin sürekli olarak gelişmesini sağladı. İlk romanım Bir Kuzgun Yaz ismiyle 2002 başında yayımlandı. 1960’ların İstanbul’unu, o yılların komşuluk ilişkilerini, komik ve hüzünlü anılarını yine o günlerin çocuklarının gözünden ve naif bir dille anlattığım bu kitap okurlar tarafından ilgiyle karşılandı ve devamını yazmam istendi. 2003 yılında Pus ismiyle yayımladığım devam romanında bu kez 1970’li yılları ve ülkeyi 12 Mart muhtırasına götüren olayları yine o günlerin delikanlılarının gözünden anlattım. Üçüncü romanım Kırmızı Fener Sokağı ismiyle 2005 Temmuz’da yayımlandı. Tamamen gerçek olaylar ve karakterlerden yola çıkarak yazdığım bu roman da okurlardan ilgi gördü ve bir haftada üç baskı yaptı. Romanlarımın yanı sıra Suçlu Öyküler, Erotik Öyküler kitaplarına da öykülerimle katkıda bulundum. Ayrıca çeşitli dergilerde öykülerim, gazetelerde ve TV’de söyleşilerim yayımlandı. Dördüncü romanım 2007 yılı başlarında yayımlanacak. Şu sıralar beşinci romanımı yazmakla meşgulüm.

Mehmet Ünver

 

"BİR KUZGUN YAZ" isimli romanım hakkında Milliyet gazetesinin benimle yaptığı söyleşi. Yıl 2002


 

Cumhuriyet Gazetesinden Nena Calidis'le ilk romanım hakkında yaptığımız söyleşi. Yıl 2002


 

MEHMET UNVER - BIOGRAPHY

Author Mehmet Unver was born in Istanbul-Turkey in October- 1956 as fifth son of a large family. His father died in 1962 and his mother took all responsibility to support, educate all family. He spent most of his life in Istanbul. Except two years of an education in USA, he resided in this beautiful and inspiring city. Childhood memories in Istanbul always gave him a perfect inspiration. At early ages he started to write some poems and stories. His first novel was published in January - 2002 with tittle A RAVEN SUMMER. This was wellcomed by Turkish readers and critics with praise and enthusiasm. He had interviews with major newspapers, magazines and TV channels. Due to a lot of reader mails to encourage him to write continuity of his first novel, Mehmet Unver decided about a continuity as his second novel. And second novel was published in 2003 with tittle MIST. After this release he started to work for his third novel. Two years later his third novel (also a real story) was published with tittle RED LIGHT DISTRICT. Novel relaesed in July 2005 and all copies were sold in a week. Mehmet Unver took a two years of education in USA on English Language, Instructor Basics and Communication. He traveled a lot in Europe, USA, Far East, Asia, Brasil. He is living in Istanbul and working on his fourt novel.

 

COVER OF MY SECOND NOVEL


 

COVER OF MY FIRST NOVEL


 

SAPANCA



Friday, September 08, 2006

 

YAYIMLANAN KİTAPLARIMIN ÖZETLERİ


KIRMIZI FENER SOKAĞI (Üçüncü Romanım- 2005)


Romanın ana teması: Henüz genç sayılacak yaşlarda hayli acımasız kuralları olan yaşam oyununda üst üste yıkıcı darbeler alan, içinde bocaladıkları sevgisizlik, yalnızlık ve iletişimsizliği kimi zaman aşırıya, hatta uçuk kaçıklığa varan bir cinsel yaşam sürdürmekle, ya da başlarına her an her şeyin gelebileceği tehlikeli maceralara atılmakla aşabileceklerini sanan üç genç kadının içlerinde bir yerlerde saklı kalmış iyiye, güzele, saf sevgiye duydukları özlemi anlatmaktadır roman. Roman örgüsünde olaylar yabancı bir ülkede göçmen olarak yaşayan bu üç kadının ve umutsuzlukla kaybolan genç oğlunu arayan çaresiz bir baba olan dördüncü ana kahramanın yaşadıklarından yola çıkarak anlatılmaktadır. İnsanı öğütüp, yok eden günümüz yaşamının acımasız düzeni içinde, her biri kendi karmaşasında sürüklenip duran bu dört kahraman kaderin garip bir cilvesi sonucu Amsterdam kentinde bir araya gelirler. Biri Kırmızı Fener Sokağı’nda genelev sermayesi, biri siyasi mülteci, bir diğeri ise uyuşturucu kuryeliği ve porno yıldızlığı yapmakta olan bu üç kadının artık tek bir amacı vardır: Yusuf’un oğlunu her nerede, ve kimin elindeyse bulup kurtarmak. Bu kararı aldıklarında sonu bilinmez tehlikelerle dolu, uzun ve yıpratıcı bir maceraya atıldıklarının farkında değildirler. Kim ne derse desin dünyada acı çekenler ve çektirenler, mutlular ve mutsuzlar, amaçları uğruna her türlü kötülüğü yapanlar ve kendi küçük dünyalarında mutlu yaşamaya çalışanlar hep olacak ve bunlar birbirleriyle çatışmalarını sürdüreceklerdir. Onların tek yapmak istediğiyse; bu çatışmada doğru tarafta yer alabilmektir.
Romanın dört ana kahramanından biri olan Nurten, Türkiye’nin doğusunda bir taşra kentinde doğmuş, tutucu ve boğucu bir aile içinde sevgisizliği daha küçük yaşlarda tatmış genç ve güzel bir kadındır. Ergenlik çağına girdiğinde yaşadığı ortamın onu ne derece boğduğunu ve hiçbir gelecek vaat etmediğini anlamıştır. Büyük kentlerde özgürce yaşayan, kendi kararlarını alabilen ve uygulayan yaşıtlarını kıskanmaktadır. Ayrıca yaşamın doğası gereği karşı cinse duyduğu çekim gittikçe artmakta, bu dar ve sıkıcı ortamda kişisel yaşamını dilediği gibi yaşayabileceğine olan inancı azalmaktadır. İşte o sıralar yüzünde olağanüstü güzel bir ışık gördüğüne inandığı ve yaşça kendisinden hayli büyük evli bir erkeğe aşık olur. O zamanlar henüz on beş yaşındadır ve kendisini ona teslim eder. Üstelik bundan büyük bir mutluluk duymuştur. Sonuç ise faciadır. Bu nedenle ailesi ve çevresinden şiddet görür, dışlanır, intihar girişiminde bulunur. Artık bu kentte yaşaması mümkün değildir. İstanbul’a kaçıp bir kaç sene orada yaşar. Sonra işçi olarak Hollanda’ya gelip Amsterdam’a yerleşir.
Aradan seneler geçmiştir. Nurten artık yirmili yaşlarda özgür bir kadındır ve yeni bir yaşama kavuşmuştur. Sonra bir gün, bu masalsı kentte yaşamı boyunca unutamayacağı o güzel yüzlü adamla karşılaşır. O da aynı ilk erkeği gibi yüzünde mucizevi bir ışık taşımaktadır. Bu Nurten’i büyülemeye yetmiştir. Beraber yaşamaya başlarlar. İlk kez mutluluğu tatmaktadır. Sonra hiç beklenmedik bir şey olur; kenti karakışın teslim aldığı bir gün sevdiği adam bilinmeyen bir nedenle intihar eder. Sırlarını kendisiyle birlikte götürmüştür ve Nurten ikinci ışığını da kaybetmiştir. O günden sonra bir daha kendisini toparlayamaz. Üst üste aldığı darbeler sonucu ciddi bir bunalıma girer ve olmadık davranışlarda bulunmaya başlar. Sanki ne kadar uçuk, kaçık hatta sapık bir yaşam sürerse geçmişte yaşadığı acıları o kadar kolay unutacaktır. Kendisini cinselliğe, uyuşturuculara vurur. Her türlü marijinalin bulunduğu yer altı barlarını mesken seçer, porno show’larında oyuncu olarak görev almaktan, uyuşturucu kuryeliğine, zenginler için düzenlenen grup seks partilerinde rol almaya kadar her işi yapar. Artık gelecekten hiçbir beklentisi kalmamıştır. Sonra bir gece yine bir yer altı barında Yusuf’la karşılaşır. İlk iki erkeğinde olan o mucizevi ışık onda da vardır. Peşine düşer. İlginç bir tesadüf eseri kader arkadaşı olan Hacer’in evinde Yusuf’un sırrını öğrenir. Bu koca kentte kaybolan oğlunu aramaktadır Yusuf. En yakın dostu Hacer’le birlikte bu saf ve temiz adamın dünyasına girip, Avrupa’nın önde gelen seks ve uyuşturucu tacirinin eline geçmiş olan oğlunu bulmak konusunda yardım etmeye söz verirler. Aslında sonu bilinmez tehlikeli bir maceraya atıldıklarının farkında değildirler.
Romanın bir diğer ana kahramanı olan Hacer’de aynı yakın dostu Nurten gibi Anadolu’nun ücra bir köyünde doğup, büyümüş saf bir genç kızdır. Severek evlendiği adam şehirde yaşamaktadır. Hacer onun uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını nice sonra anlar. Oysa artık iş işten geçmiştir. Kocasının hapse girmesiyle kötü niyetli insanların eline geçer ve yerel bir genelevde zorla çalıştırılır. Karşı çıktığında dayak yer, işkence görür. Önceleri bu işi yapmaktan korkunç bir utanç duyar. Zamanla alışır. Güzelliği ve çekiciliğiyle genelevin en çok rağbet gören sermayesi olur. Sonra Azmi ile tanışır. Azmi, Amsterdam’da seks ve uyuşturucu ticaretinin yanı sıra bağımsızlığını kazanan eski Sovyet cumhuriyetlerinden her türlü silah ve nükleer madde kaçakçılığı yapan mafyavari bir örgütün lideridir. Amsterdam’ın dünyaca meşhur Kırmızı Fener Sokağı’nda bulunan genelevlerin çoğuna sahiptir. Avrupa sosyetesi için özel temalı grup seks partileri düzenler. Büyük hayalleri vardır. Ona göre bu dünyada altı milyar insan yaşıyorsa en az altı milyar da cinsel fantezi vardır ve bu faydalanılması gereken çok büyük bir pazardır. Hacer’i alıp Amsterdam’a getirir ve onu Kırmızı Fener Sokağı’ndaki porno show’larında çalıştırır. Bu genç kadına önceleri zor gelse de zamanla alışır. Giderek cinsel karakteri değişir. Artık sadece sahnede ışıklar altında ve bir sürü insan onun erkeklerle ilişkiye girmesini izlerken tatmin olabilmektedir. Dört duvar arasında bu işi yaptığındaysa en küçük bir heyecan duymamaktadır. Daha sonra Azmi’nin işlettiği genelevlerde sermaye olarak çalışmaya başlar. Ücreti karşılığı her türlü cinsel hizmeti verdiği için giderek şöhreti artar. Artık hemen her seviyeden erkeğin aradığı bir fanteziler kraliçesidir. Oysa Hacer kendisini bu duruma düşüren erkeklere kin duymakta, eline geçen her fırsatta onlardan intikam almaya çalışmaktadır. Öyle ki, sırf fantezilerini yaşayabilmek için kendilerini ona kırbaçlatan, daha çok eziyet, daha çok işkence dilenen sadık hayranlarının bu isteklerini yerine getirirken dahi fırsat bu fırsattır deyip intikam almaya çalışmaktadır. Sonra bir gece, en yakın dostu Nurten yanında Yusuf’la çıkıp gelir. Onun acı hikayesini dinledikten sonra tüm yaşamı değişecektir.
Romanın üçüncü ana kahramanı olan Mihriye çok küçük yaşta kaybettiği anne ve babasının ardından akrabalarının yanına sığınmak zorunda kalmıştır. Onlarsa kendisini koruyacaklarına sürekli hor görüp, hırpalayarak, bir hizmetçi gibi kullanmışlardır. Yıllar sonra tüm bunlardan kurtulmak için üniversiteye gittiğinde içindeki sevgi eksikliğinin bir sonucu olarak kendisine dostça yaklaşan yasadışı bir sol örgüte üye olur. Artık sokak eylemlerine katılan, yeri geldiğinde polisle çatışmayı, hapse bile girmeyi göze alan bir militandır. Bir süre sonra aynı örgüt içinde bulunan bir diğer militan olan Bora’ya aşık olur. Bora katıldığı bir suikastta bazı polisleri öldürür. Saklanması gerekmektedir. O güne kadar deşifre olmayan Mihriye onun saklanması için yardımcı olur. Gizli bir örgüt evinde aylarca birlikte kalırlar. Bu Mihriye için mutluluk vericidir. Oysa uç fikirlere sahip olan örgüt Bora’nın beynini öylesine yıkamıştır ki delikanlı Mihriye’nin tüm yaklaşımlarını reddeder. Aylarca aynı çatının altında yaşadıkları halde bir kez bile el ele tutuşmaya yanaşmaz. Ona göre böylesi bir duygusallık örgütün ilkelerine karşı kişisel bir zaaftır. Bu durum Bora’yı çılgınca seven Mihriye için büyük bir yıkımdır. Örgüte olan bağlılığını sorgulamaya başlar. Uzun süre aynı yerde saklanan Bora’nın yakalanma korkusu ve içindeki çatışmalar sonucu ruh sağlığı giderek bozulur. Sonuç şizofrenidir. Bu Mihriye için daha büyük bir yıkım olmuştur. Bir eylemde tutuklanıp hapse girdiğinde örgüt arkadaşlarının iki yüzlülüklerini, acımasızlıklarını ve kendilerine belletilen öğretilerin ne kadar dışında yaşadıklarını görüp onlardan nefret eder. Hapiste kaldığı sürece işkenceler görür. Özgür kaldığında Amsterdam’a gelip iltica başvurusunda bulunur. O artık Avrupa’nın özgürlükler kentinde yaşayan siyasi bir mültecidir.
Mihriye’nin Amsterdam’daki yaşamı önceleri sorunsuzdur. Sonraları yalnızlığının da etkisiyle geçmişte yaşadığı sevgisizlikler, maruz kaldığı işkenceler üzerinden bir türlü atamadığı bir baskı oluştururlar. Bunun sonucu içinde gizli kalan sado-mazoşist duyguları açığa çıkar. Yıllardır yaşadığı cinsel açlığın da etkisiyle hayli tehlikeli maceralara atılmaya başlar. Hiç tanımadığı erkekleri evine getirip onlarla giderek dozunu arttırdığı sado-mazo ilişkiler yaşamakta, çocukluğundan bu yana yaşadığı sevgi eksikliği nedeniyle önünü alamadığı bir çılgınlık içinde sürüklenmektedir. Ta ki aynı binada oturduğu Hacer vasıtasıyla onun kader arkadaşı Nurten ve Yusuf’la tanışana kadar.
Romanın dördüncü ana kahramanı Yusuf da diğerleri gibi yıllar önce Anadolu’dan kalkıp yeni bir gelecek aramak için Amsterdam’a yerleşen tipik bir Türk erkeğidir. Avrupa’da yaşamasına karşın doğup büyüdüğü ülkenin geleneklerine, yerleşik değerlerine sıkı sıkıya bağlıdır. En büyük arzusu; Hollanda’da yeterince para biriktirip, ailesini alarak memleketine geri dönmek ve köyünde huzur içinde yaşamaktır. Oysa hiç beklemediği acı bir olay başına gelir ve yirmili yaşlarda bir genç olan oğlu birdenbire kaybolur. Bir müddet sonra onun Amsterdam’da güçlü bir mafia örgütünü yöneterek seks, uyuşturucu, silah ve nükleer madde kaçakçılığı yapan Azmi’nin sağ kolu olma yolunda ilerlediğini öğrenir. Bu sarsıcı gerçek başlangıçta onun için büyük bir yıkım olsa da pes etmeyecektir. Oğlunu bu yasadışı örgütün elinden kurtaracak ve onu ait olduğu yere, Türkiye’ye götürecek, böylelikle tüm pisliklerden uzak tutacaktır. Oysa bu hiç de kolay değildir. Çünkü önce hiçbir şekilde izini bulamadığı oğluna kavuşmalıdır. Bunu gerçekleştirmek için her şeyi bir yana bırakıp onu bu koca kentte aramaya başlar. Bulabileceğini tahmin ettiği her yeri arar. Her geçen gün bunun ne kadar zor olduğunu görmektedir. Sonunda kader onu Nurten, Hacer ve Mihriye ile bir araya getirir. Yaşam bundan sonra dördü için akıl almaz bir maceradır.

- Kaderin garip bir cilvesi sonucu bir araya gelen bu dört insanın yaşamlarının bundan sonrası Yusuf’un oğlu Efe’yi bulmak için kazan kepçe misali akla hayale gelebilecek her yeri aramaya başlamalarıyla,
- Bu esnada Efe’nin yeni katıldığı mafya örgütünün kendisine sunduğunu sandığı parlak geleceğin hayali peşinde her türlü yasadışı işe girip, çıkmasıyla,
- Mafia babası Azmi’nin tüm Avrupa’nın seks ve uyuşturucu pazarını eline geçirme çabaları yanı sıra üçüncü dünya ülkelerine silah kaçakçılığı organizasyonunu geliştirmesiyle,
- Bu organizasyonu büyütürken Efe’yi sağ kolu olarak kullanmasıyla ve onu bu konuda öne gelen kişilere göndermesiyle,
- Hacer, Nurten ve Mihriye’nin bir yandan samanlıkta iğne aramak misali kayıp delikanlı Efe’yi ararken bir yandan da kendi kişisel açmazlarını, içsel çatışmalarını, gittikçe daha fazla battıkları bir macera peşinde koşarken bir yandan da kendi gelecek düşlerini gerçekleştirmeye ve saf sevgiyi bulmaya çalışmalarıyla devam eder.

BİR KUZGUN YAZ (İlk Romanım-2002)

Romanın ana teması: 1960’lı yılların başlarında henüz yoğun göç almamış, bugünkü çılgın kalabalığından ve çirkin yapılaşmadan uzak, doğal güzelliği bozulmamış, ulaşımın tramvaylarla ve buharlı vapurlarla yapıldığı romantik kent İstanbul. Günümüz karmaşasının, çoğunlukla çıkara dayalı ilişkilerinin henüz bilinmediği, Müslüman, Yahudi, Ortodoks dinlerine mensup insanların zengin, fakir ayrımı olmaksızın yüzyıllardır boyunca dostluk ve karşılıklı yardımlaşma içinde Boğaziçi’nin her iki yakasında huzur içinde yaşadığı bir ortam. Komşuluk ilişkileri, ailecek birlikte yenen yemekler, her dinin kutsal bayramları, yazlık sinemalar o günlerin insanları için en önemli sosyal aktivitelerdir. Toplum henüz televizyonla tanışmadığı için akşamları dostları ziyaret, kışın evlerde soba başı sohbetleri günlük eğlencelerdendir. Oysa 1960’ların ortalarında dünya hızla değişmeye başlamıştır. Bu tatlı rüya belki böyle sürüp gidecek, ya da her yerde olduğu gibi roman kişilerimizin yaşadığı şirin İstanbul semtinde de bir gün ansızın bitiverecektir. Aslında o günlerin yetişkinleri gibi çocuklar da bulundukları çevredeki yaşamın her geçen gün giderek huzursuz bir yönde değiştiğine, sahillerde, yemyeşil bostanlarda tüm kaygılardan uzak yaşadıkları günlerin yerini yavaş, yavaş anlamakta güçlük çektikleri tatsız gerçeklerle dolu bir geleceğin alışına tanık olmaktadırlar. Öyle ki; bazı olaylar ömür boyu kötü izler bırakacak acı deneyimlere dönüşmeye başlamış, yetişkinlerin yaşamının hiç de öyle masum olmadığını kabullenmek zorunda kalmışlardır. Artık büyü bozulmuştur. Bundan sonrası kimi yetişkinlerin dünyasında olduğu gibi hırslı ve kirli bir şekilde mi sürecektir?
Romanda olaylar o yılların muzır çocuklarının gözünden ve naif bir dille anlatılmaktadır. İstanbul’un en güzel sahil semtlerinden birinde adeta bir çete gibi yaşayan çocuklar ve mahalle halkı romanın kahramanlarıdır. Genç yaşında dul kalan anneleri Nüshet’le denizi gören küçük bir kulübede yaşayan ikiz kardeşler İsmail - Mehmet, dört çocuğunun anası olan eşini çok erken yaşta kaybetmiş yakışıklı denizci Halit dayı ve azılı, haylaz oğulları da bu romanın baş kişileridir. Olaylar evlilik dışı bir çocuk doğurduğu için kendi toplumu tarafından dışlanan genç ve güzel Yahudi kızı Araksi’nin fırtınalı bir gece, beş çocuğuyla yaşayan kızlık arkadaşı Nüshet’e sığınmasıyla başlar.
Araksi zengin bir Yahudi işadamıyla kurduğu ilişki neticesinde gayri meşru oğlu Moiz’i doğurmuştur. Çocuğunun babası olan sevdiği adam beklenmedik bir mali kriz sonrasında iflas edince borçlarından kurtulmak için çareyi intiharda bulur ve yaşamına kendi elleriyle son verir. Onun ölümünden sonra Araksi yapayalnız ve aç kalmıştır. Çareyi yaşamın acımasızlığıyla tek başına mücadele etmekte olan beş çocuklu dul arkadaşı Nüshet’in tek odalı kulübesine sığınmakta bulur. Nüshet evlere temizliğe giderek çocuklarını büyütmeye çalışmakta ve çok zor şartlar altında yaşamaktadır. İşinin yoğunluğundan dolayı kimi geceler eve gelemez ve ikiz çocukları İsmail’le, Mehmet sabaha kadar Boğaz’dan geçen vapurları gözleyerek onun dönüşünü beklerler. Nüshet bu şartlar altında bile kendi akrabalarının dahi dışladığı Araksi’yi geri çevirmeyip, kabul eder. Evin tavan arasında ona ve çocuğuna bir yer hazırlar ve hep birlikte yaşamaya başlarlar. O fırtınalı geceden sonra daha geniş bir aile olmuşlar ve yaşam hepsi için eğlenceli bir oyuna dönüşmüştür.
Her gün yeni icatlar ve muzırlıklar peşinde koşturan evin haylaz ikizleri İsmail ve Mehmet, Daltonlar çetesi adını verdikleri Halit dayılarının birbirinden azgın oğullarıyla birlikte çevreye yaka silktirmektedirler. Bir gün içine gaz doldurdukları bir balonla uçmayı düşlerlerken, bir sonraki gün diğer mahallelerden akranlarıyla sokak savaşına girip, kendilerini hor gören komşularının kapılarına kakalarını yaparak onları cezalandırmakta, bir diğer gün ise evden kaçıp hep beraber yakındaki bir ormanlıkta gecelemektedirler. Babaları yakışıklı bir denizci olan Daltonlar sürekli değişen üvey anneler elinde büyürlerken, her yeni analığın getirdiği farklı düzene ve eğitime ayak uyduramadıkları için onlardan sık, sık dayak yemekte, çok küçükken kaybettikleri öz annelerinin şefkatini tadamadıkları için her geçen gün daha da hırçınlaşmaktadırlar. Yaptıkları sayısız haylazlık arasında komşu kızlarını mıncıklamak, konu komşunun bahçelerinde para edebilecek ne varsa çalıp satarak kendilerine sigara ve porno dergileri almak da vardır. “Alim” ismini taktıkları ikizlerle kimi zaman iyi geçinseler de onların bin bir zorluklarla satın aldıkları ansiklopedileri de çalıp satarak o parayla kendilerine Teksas, Tommiks gibi çizgi romanlar satın almaktadırlar. Anne sevgisi ve baba disiplini diye bir şey bilmedikleri için kendi başlarına buyruk yaşamakta, eve gelen yeni cici annelerine yaşamı zehir etmekle uğraşmaktadırlar. Bu üvey annelerse karşılık olarak onlara ikinci sınıf evlat muamelesi yaparlarken, kendi öz çocuklarından sevgi ve şefkati esirgemezler. Babalarının son evlendiği genç ve güzel üvey anneleri ise onlara Fransız edebiyatı, varoluşçuluk felsefesi gibi son derece yabancı gelen bilgiler öğretmeye çalışmaktadır. Bu da Daltonlar’ın tam anlamıyla evden soğumalarına neden olmuştur.
Tüm bunlar olurken ana roman kahramanımız olan ikizler tek başına çalışarak evi geçindirme mücadelesi veren annelerinin göğüslemek zorunda kaldığı güçlükleri izlemekte, yaşamın pek de adil olmadığını düşünmektedirler. Yoksulluktan dolayı okula başkalarının verdiği eski kıyafetlerle gitmekte, yamalı pantolonlar giymektedirler. Yine de küçücük bir kulübede sekiz kişi yaşamaktan mutludurlar. Ta ki altmışların ikinci yarısında ekonomik krizin yarattığı büyük göç başlayana kadar. Taşrada kendileri için bir gelecek göremeyen milyonlarca insan akın, akın İstanbul’a göç etmeye başlamıştır. Kısa bir süre öncesinin romantik kenti birden bire gelenekleri, kıyafetleri, davranışları çok farklı olan, çoğu eğitimsiz ve kaba saba insanlarla dolmuştur. Kente güzelliğini veren Boğaziçi kıyıları ve yemyeşil ağaçlarla süslü tepeler göz açıp kapayıncaya kadar gecekondularla dolmuştur.
Ana kahramanlarımızın yaşadığı mahalle de bu göçten nasibini almıştır. Bir sabah kalktıklarında çevrelerinde o güne kadar tanıdıklarından çok farklı birisi olan Kerzik ve ailesiyle yaşamak zorunda olduklarını anlarlar. Bunu kabullenmek zor olsa da yapabilecek başka bir şey yoktur. Bir köylü kızı olan Kerzik de ailesiyle birlikte yeni bir gelecek aramak için taşradan İstanbul’a göç etmiş ve alışılmadık davranışlarıyla kısa sürede yaşadığı çevreye damgasını vurmuştur.
1960’lı yılların sonlarına doğru İstanbul artık eski romantik, düzenli, çoğunlukla eğitimli orta halli insanların yaşadığı kent değildir. Taşradan gelenler beraberlerinde getirdikleri kendi kültürleriyle de İstanbul’un her yerine damgalarını vururken roman kahramanlarımız gelişmeleri tedirginlikle izlemektedir. Bu arada sonradan gelenlerle eski yerliler arasında çatışmalar başlamıştır.
- Roman bu noktadan sonra; ana kahramanlar olan küçük çocukların cinsel suiistimallere mazur kalmalarıyla,
- Yaşıtlarından önce ergenlik çağına giren taşra kökenli kız Kerzik’in yaşadığı mahallede delikanlılığa yeni adım atan arkadaşlarıyla cinselliğin ilk heyecanını tatması, annesinin onu bu durumda yakalaması üzerine evinden atılması ve Araksi ile birlikte aynı tavan arasında yaşamaya başlamasıyla,
- Fırtınalı bir gecede gayri meşru çocuğuyla kızlık arkadaşı Nüshet’in evine sığınan Araksi’nin yaşamının diğerlerinin tersine ancak peri masallarında olacak şekilde değişmesiyle,
- Araksinin işe giderken vapurda tanıştığı bir başka zengin Musevi olan Davit’le evlenip, yaşadığı karanlık tavan arasından dillere destan bir düğünle çıkıp, muhteşem bir köşke taşınmasıyla,
- Ekonomik krizle birlikte yaşam şartları giderek ağırlaşırken, roman ana kahramanlarının okudukları ilkokulda bile zengin, fakir ayrımının zirveye çıkmasıyla,
- Romanın diğer ana kahramanlarından Dalton kardeşlerin sürekli değişen üvey anneler elinde giderek daha mutsuz ve huzursuz olmaları, bu kadınların kışkırtmaları sonucu babalarından sürekli şiddet görmeye başlamaları, bunun sonucu olarak evden kopuk bir yaşam sürerken kötü niyetli insanların ellerine düşmeleriyle,
- Bir zamanların huzur dolu semtinin giderek eski yerlileriyle, yeni gelenler arasında kültürel çatışmaların çıktığı bir yer olması, birdenbire artan nüfus yüzünden Boğaziçi’nin ve İstanbul’un masalsı güzelliğinin bozulmaya başlamasıyla sürer.
“Bir Kuzgun Yaz” romanı beklenmedik anlarda meydana gelen sosyal patlamaların ve küçük yaşlarda maruz kaldıkları travmaların bir dönemin çocukları üzerinde nasıl unutulmayacak izler bıraktığını anlatırken, öte yandan günlük yaşamda ve çok olumsuz şartlar altında bile bir peri masalının gerçekleşebileceğini anlatır bizlere.

PUS ( İkinci Romanım- 2002)

Roman hakkında: Tam ergenlik çağına girip ilk cinsel uyanışları yaşamaya başladıkları günlerde, ölümlerin, intiharların, acımasız askeri cuntanın ve onları ürperten esrarengiz olayların da soğuk yüzüyle tanıştılar. Yeni yetme gençler olarak geleceğe hazırlanırlarken ülkeleri askeri cuntanın demir yumruğuyla idare edilmeye başlandı. Bunun sonucunda üniversite öğrencileri, aydınlar, işçiler öldürüldü. Bu beklenmedik gelişmeler karşısında çocukluklarını altmışlı yıllarda bırakıp yetmişli yıllara birer delikanlı olarak adımlarını atan gençler önceleri bütün bu trajik olayların kendilerine uzak olduğunu düşünmüşlerdi. Ne yazık ki gerçek hiç de öyle sandıkları gibi değildi.

Detay: Fransa’daki 1968 öğrenci olayları tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki genç kuşağı da etkilemiş, siyasî çalkantılar gündemi işgal ederken bir anda patlak veren öğrenci ve işçi olayları ülkenin her yanını sarmıştır. Yetmişli yılların başlarında tüm ülkeye yayılarak gittikçe artma eğilimi gösteren bu olaylar nedeniyle askeri cunta yönetime el koymuş, bunun sonucunda ülkede pek çok değer bir anda yok olmaya başlamıştır. İstanbul'un en küçük semtlerinde bile altmışlı yılların huzurlu ortamı kaybolmaya yüz tutmuş, geçmişin güzelim komşuluk ilişkilerinin kopmasıyla insanlar en yakınından bile şüphelenir olmuş, toplum o güne kadar tanımadığı "muhbir vatandaşlık" kavramı ile tanışmıştır. Egemen güçler sıradan vatandaşların en yakın komşusu aleyhine bile muhbirlik yapmasını teşvik etmektedir. Bir kaç yıl öncesinin huzur dolu ortamı artık tam bir kaosa dönüşmüştür. Ekonomik sorunlarla boğuşan halk bu yetmiyormuş gibi bir de ülkeyi demir yumrukla yönetmeye kalkan cuntaya karşı da var olma mücadelesi vermeye başlamıştır. O günlere damgasını vuran balyoz harekâtları vatandaşları büyük bir karamsarlığa iterken, gençlik ikiye bölünmüş, kardeş, kardeşi vurur hale gelmiş, ülke iç savaşın eşiğine gelmiştir. Böyle karanlık bir ortamda hayat herkes için olduğu gibi, ergenliğe adım attıkları bu huzursuz günlerde cinselliği ve aşkı yeni keşfetmeye başlayan yeni yetme kuşak için de giderek zorlaşmıştır. Ayrıca yetişkinlerin dünyasının yeni tanımaya başladıkları cinsellik dahil hemen her konuda son derece iki yüzlü olduğunun şaşırarak farkına varmışlardır.
Romanın ana teması; Ölümlerin, idamların, siyasi cinayetlerin ülkeyi sardığı bir kaos ortamında bile yaşamdan, pozitif düşünceden vazgeçmeyenlerin, ne şartlarda olursa olsun geleceğe, insani değerlere inananların, özgüvenlerinden güç alarak yeni ve daha güzel bir dünya kurmak için çabalayanların mücadelesi romanda yine o günleri yaşayan gençlerin gözünden kimi zaman hüzünlü, kimi zaman güldürücü, kimi zamansa hicvedici bir dille anlatılmaktır. Dış dünya büyük bir isyanı yaşarken o genç kuşak da içlerinde kopan isyanın sesine kulak verme yoluna gitmişler ve bundan asla pişmanlık duymamışladır.
Roman ana kahramanları; Yetmişli yılların başlarında ergenliğe adım atarak dünyaya artık yeni tanımaya başladıkları cinselliğin ve içlerinde kaynayan duygusal fırtınaların süzgecinden bakan, kendi mantıklarına uymayan her şeyi sorgulama yoluna giden yeni yetme gençlerdir.
Romanın konusu; Artık delikanlılığa adım atmaya başladıkları dönemde roman kahramanımız olan iki yeni yetme delikanlı kendilerini ülkede patlak veren olayların içinde bulurlar. Örnek aldıkları üniversiteli ağabey ve ablaların haksızlıklara isyan etmesi ve bu isyanı sokaklara, meydanlara taşımaları onları derinden etkilemiştir. Bugüne gelene kadar yaşları küçük olduğu için adam yerine sayılmayıp, pek çok kez haksızlıklara uğramışlar, susturulmuşlardır. Oysa dünya değişmektedir. Artık çocuk olmadıklarına göre onlar da değişmeli, tavır belirlemelidirler. İşçiler, öğrenciler, sokaktaki sıradan vatandaşlar bile bir şeylere isyan etmeye başlamışlardır. Öyleyse bundan sonra onlar da en başta okulda uğradıkları adaletsizlikler karşısında susmayacaklardır. Çünkü örnek olması gereken öğretmenler bile öğrenciler arasında zengin, fakir ayrımı yapmakta, son derece anlayışsız davranarak ailelerinin alım gücünün çok üstünde araç, gereç vs masrafı talep etmekte, açıkçası; “parası olmayan okumasın” mesajı vermektedirler. Sıradan orta öğrenim öğrencileri oldukları halde resim öğretmeni bayan onlardan neredeyse bir resim atölyesi açacak kadar harcama yapmalarını isteyebilecek kadar anlayışsız davranabilmektedir. Onun mantığına göre yoksul ailelerin çocukları da babaları gibi okumayıp, amelelik ya da ağır beden işçiliği gibi işlerle uğraşmalıdırlar. Oysa devir artık herkesin hakkını sonuna kadar aradığı bir devirdir. Tüm bunların yanı sıra yaşlarının doğası gereği karşı cinsle olan etkileşimleri, gelişmekte olan içsel dürtülerinin de etkisiyle kurdukları ilişkiler başlarındaki en yakın otoriteyi temsil eden öğretmenleri tarafından bastırılmaya çalışılmakta, okulda erkek öğrencilerin kız arkadaşlarıyla en küçük yakınlaşmaları dahi bu genç insanların onurunu kıracak şekilde ve yaşam boyu unutamayacakları ağır yöntemlerle bastırılmaktadır. Hatta yapmadıkları şeyler için bile ceza alırlar. Kız, erkek ayırmadan öğrencilere herkesin önünde dayak atmak en sık kullanılan metotlardan biridir. Bu da doğal olarak bu genç insanların içlerindeki isyanı büyütür.
İşte bu ortamda roman kahramanımız olan iki yeni yetme delikanlı uzak bir dağ köyüne devlet göreviyle atanan ailelerinin peşinden gidip, elektriği, suyu, yolu ve orta okulu bulunmayan o köye yerleşmek zorunda kalırlar. İçinde bulundukları ekonomik şartlar bunu gerektirmektedir. Öyle ki bu olumsuz şartlar altında suçluluk duygusuna kapılmakta, kendilerini aileleri için bir yük olarak görmektedirler. Doğup büyüdükleri ışıl, ışıl İstanbul’u bırakıp bir gece yarısı gittikleri küçük dağ köyü aslında ürkünç mezarlığı, cinlere ve şeytanlara çarpılıp akıllarını oynattıklarına inanılan insanları, cinselliğin neredeyse geçim derdinden bile önde geldiği ortamıyla dış olaylara kapalı tuhaf bir yerleşimdir. Kendilerini son derece sıcak karşılayan köy halkı ise hüzünler, yokluklar, bastırılmış duygular, umut ve umutsuzluğun iç içe geçtiği fantastik ve çelişkili bir dünyada yaşamaktadır. Koca bir kentten gelip böylesi bir köyde yaşamak yeni yetmelerimiz için çok zordur. Ayrıca orta okula gitmek için her gün on kilometre yol yürümek ve bu yolun güzergahında bulunan ürkünç köy mezarlığının da içinden geçmek zorundadırlar. O mezarlık ise hiç sevmediği bir adamla zorla evlendirildiği için ya da cinlere, perilere karıştığına inandığı için intihar eden, hatta bilinmeyen esrarengiz nedenlerle ölü bulunan insanların mezarlarıyla doludur.
Yeni yetmelerimiz için ikinci şok ise bu küçücük köydeki çocukların bile cinsel konularda kendileri gibi şehirde yetişmiş olanlardan çok daha bilgili, hatta deneyimli olduğudur. Zaten ilk dostluklar da bu yolla kurulur. Kısa bir süre sonra köyde yaşayan kız – erkek tüm yaşıtlarıyla arkadaş olup keşfettikleri yeni eğlenceleri olan cinsellik dünyasına doğru kanat açarlar. Bu arada köyde anlamakta güçlük çektikleri çelişkiler yaşanmaktadır: Köyün yetişkinleri bir yandan sürekli olarak cinsellikle iç içe yaşarlarken öte yandan kızların bekaretine çok büyük önem vermekte, bakir olmadığını düşündükleri genç kızları dışlayıp, onları korkunç bir yalnızlığın içine atmaktadırlar. Kısa bir süre öncesine kadar köyün en güzeli olduğu için bütün erkeklerin peşinde koştuğu “Hatice” isimli komşu kızı evlendiği günün ertesinde kendisini bakire olmadığı şeklindeki dedikodu kampanyasının içinde buluverir. Geleneksel değerler nedeniyle kafası iyice karışan kocası çareyi onu baba evine geri göndermekte bulur. Bir gün öncesine kadar herkesin hayranlıkla el üstünde tuttuğu Hatice artık bu unutulmuş köyde ömrünün sonuna kadar lekeli bir kadın olarak yapayalnız, dışlanmış yaşayacaktır. Kentten gelen genç roman kahramanlarımız buna isyan ederler. En çok da ne kadar çapkın olduklarıyla övünen köy erkeklerinin düne kadar peşinden koştukları “güzel Hatice’yi” bir çöpmüş gibi yaşamlarından çıkarıp atmalarına kızmışlardır. Bu arada en yakın sırdaşları olan diğer köy kızları da Hatice’yi terk etmişlerdir. Bu da Hatice’ye her şeyden çok koymuştur. Yeni yetme delikanlılarımız ve aileleri bu talihsiz kıza sahip çıkarlar.
Bütün bu tatsızlıkların yanı sıra tüm ülkede askeri cunta büyük bir kıyım operasyonuna girişmiş, başta üniversite öğrencileri olmak üzere, aydınları, işçileri, sosyalistleri, kısaca karşı çıkan herkesi sindirmek için işkence, göz altı, hapis ve hücre cezalarıyla kitleleri bastırmaya çalışmaktadır. Daha sonra bazı genç insanlar aynı yönetim tarafından ve askeri mahkemelerde alınan yanlı kararlar sonucu apar topar idam edilirler. Bu son olay ülke halkının içini daha da karartmaya yetmiştir. İşte tam bu acıların yaşandığı günlerde bakire olmadığı iddiasıyla tüm çevresi tarafından dışlanan Hatice de evinin samanlığında kendisini asarak intihar eder.

Roman bundan sonra:

- Hatice’nin intiharı ardından herkesin bir iç sorgulama sürecine girmesiyle,
- Bunu yanı sıra ülkedeki ölüm ve işkence çemberinin giderek genişleyerek, tüm nüfusu içine alacak şekilde insanlar üzerinde korku ve yılgınlık yaratmasıyla,
- Yeni yetme gençlerimizin tüm bu gelişmeler karşısında bir yandan tedirginlikleri artarken, öte yandan yaşlarının doğası gereği kadın erkek ilişkileri ve cinsellik hakkında bilgi ve deneyimlerini arttırmalarıyla,
- Köyde rutin temposunda süre giden yaşamın korkunç bir zelzele sonucunda temelinden sarsılmasıyla,
- Köyde evlenme çağına gelmiş kızların hemen tamamının kırsal hayatın yoruculuğundan kurtulmak için bir an önce şehirli bir erkekle evlenip kente kapağı atma planları yapmaları, ve bunu giderek eğlenceli bir oyun haline getirmeleriyle,
- Hatice’nin trajik intiharı ardından köydeki esrarengiz olayların artmasıyla,
- Büyük kente kaçma hayali kuran kızlardan Emine sonunda bu düşünü gerçekleştirdiğinde köyün karışmasıyla,
- İntihar eden Hatice’nin annesinin kızının intikamını alma peşine düşüp, köy meydanında büyük bir düğün töreniyle yeniden evlenmeye kalkan eski damadını vurup öldürmesiyle,
- Bu olayın sonucunda kan davasının tüm köyü tedirgin etmesiyle,
- Bütün bunlar olurken devletin bir baraj yapımı için köyün yerini değiştirme kararı alması, köy ahalisinin tüm anılarını, topraklarını, atalarının mezarlarını bırakıp başka yerlere gitme gerçeği karşısında dehşete düşmeleriyle,
- Yeni yetmelerimizin dolu dolu geçen bu taşra deneyiminin ardından geldikleri kente geri dönerlerken kısa sürede yaşadıkları onca olayı ve geride bıraktıklarını düşünerek gözlerinin arkada kalmasıyla devam eder.



 
SYNOPSIS OF MY THIRD NOVEL

RED LIGHT DISTRICT (Novel)

Author: Mehmet Unver

Okuyan Us Publishing – Novel - ISBN 975-6287-36-5

If there are 6.5 billion human beings in the world, that means there are at least 6.5 billion sexual fantasies.”

Amsterdam is the city of sex, drugs, fetishism, special orgy gatherings, sado-maso fantasies, gay-lesbian activities, endless night life and of course unlimited freedom. This novel is telling the real story of three brave women who dedicate themselves to taste every forbidden joy fully and amuse to death after all disappointments, heartbreaks, pains, abuses, traumas and tragedies in their pasts. Since they have suffered exhausting bitter pain and torture for years, they wish to delight in unbearable joy of being a loser by acting as cracked young women now. After all those terrible experiences, they changed their philosohpy about the way of life. Now their slogan is: “Since we are young, we should live it up everything, (sex, drugs, even all nutty and cracked actions) and taste every prohibited pleasure before we die” Of course they will not forget to punish everyone who torment them in their painful past. Because of the bitter tragedies in the past they lost the feel of fear and without fear they have unlimited freedom, great courage to challenge to destiny now. This colourful city is also the host of a lot of losers, junkies, victim of cultural conflicts, international mafia, weapon and drug smugglers, ruthless killers, illegal immigrants as well as mariginal people who prefer underground places, poor foreign employees, ultra rich illegal chemical material smugglers, and Europe jet-set orgy organizers.

One of the main woman characters is NURTEN

Nurten is a young, beautiful and ambitious Turkish girl. She became a porno star and seductive woman after losing everything she adored and beloved. Thenceforth she decided to experience all forbidden tastes and delights to death. She is now the queen of the fantasies. Her favorite places are lesbian bars and underground cafes that drug addicts and all outsiders born on the wrong side of railway tracks take shelter. She has already chosen her way of life to be the queen of the fantasies in this city of unlimited freedom. She even will behave as a cracked woman to try all pleasure exist in the world. According to her; most delightful experiences are the forbidden tastes and actions to the humankind. She promised herself that; No one can rules her anymore after all traumas, heartbreaks she suffered so far. She has her own rules now to dominate others. Life is a fantasy. One should live it up to death. She wants to amuse to death, taste to death, exhaust to death, spend her soul and energy to death.

Another woman character is HACER

She is a notorious young femme fatal works in a whorehouse and performs in porno shows as Horny Aziza. She prefers using this nick name while she is acting on the porn stage. She has a surprise menu for her loyal admirers and offers them oral sex, fetish, sado-maso actions, discipline, whipping, punishments, golden shower and all other indecent proposals as well as ordinary intercourse. Of course everything is subject to various charges. When she appears on her showcase, she shines as a burning sun in the Red Light District. But no one knows that she was an innocent rural town girl somewhere in Eastern Turkey just a few years ago and as a bad surprise of destiny she found herself in a local whorehouse and then Red Light District. She lost her hopes and all future expectations. Now she just cares about her revenge on mankind. But life is still preparing surprises for her.

The third woman character is MIHRIYE

Mihriye is another young girl who spent her last years in a terror organization’s cell houses and jails as a member of extreme leftists. She had suffered tortures during interrogations by professionals and contra guerilla in her jailhouse days. Since she lost her family when she was a child, she had to live with her relatives for many years who are not willing to take care and protect her. As a result of this painful fact she was used as a girl servant or slave even by her close relatives and always misbehaved by them. Finally she joined to extreme leftist groups just to find whatever she longs for. Maybe lifetime friends, sister and brothers, love and compassion. Unfortunately that was the wrong address and her organization began to use her loyalty, her feelings and loneliness. When she fell in love with another member of her cell, new prohibitions stopped her. Loving, flirt, compassion, even touching and hugging each other were prohibited by this fanatical organization. Shortly all humanist feelings and actions are not acceptable while she was sharing her destiny and faith with them. When she totaly lost her adored one she walked out and never looked back. Now she is a political refugee in Amsterdam. When she thinks about her past she finds out how her life was spent under pressure, loneliness, loveless and mercilessness. How her feelings, skills, and beliefs were abused by ruthless people. After all these painful experiences she is so peaceful and happy now. She even has freedom of sex. But lately something became going in a strange way. After quite a few free sex adventures she discovered her sado-maso side in the deep of her soul. Now she believes that, life is just beginning for her since she unveiled her hidden feelings. Because she also decided to enjoy fully her sado-maso lust with the men once she was tortured and ill-treated.

And the man with the glorious light:
These three women gather tightly when they meet an ordinary looking man who has a miraculous glorious light under his ordinary looking. It is such a fascinating aura he has on his face and body. This is like a morning mist rising from a calm lake surface in a sunny morning. Our three young women can not belive what they see. How an ordinary looking man can possess such a miraculous light on his mortal body? Is this man really a human being or an angel from heaven? Maybe he is a holly spirit who has fallen to our planet from the heaven. Who is this man? That is incredible. But the most incredible thing is: No one else can see this fascinating aura that he carries on his face but our three broken-hearted women. Even he is not aware of the striking beauty of his light. Is he an angel sent to the world just to console broken-hearted women just like Nurten, Hacer and Mihriye?..

And not to forget AZMI
Azmi is one of the most important character of this novel. He is a powerful man who organizes drug, weapon and dangerous chemical material smuggling from former Soviet Union as well as marketing sexual fantasies and owning a big part of the Red Light District whorehouses. He holds orgies with special themes to capture Europe jet-set and VIP. According to him: “If there are 6.5 billion people in the world, that means there are at least 6.5 billion sexual fantasies. And this is an unbelievable potential to sell. It is just like exporting trading materials to whole China population. Such a bright idea!.. It is more profitable than almost all illegal and legal trades.”


Written by Mehmet Unver (Author)

 
SYNOPSIS OF MY FIRST NOVEL
A RAVEN SUMMER (Novel)


Author: Mehmet Unver
Okuyan Us Publishing - Novel - ISBN 975-8420-34-8

( A RAVEN SUMMER )
ISTANBUL DURING BEAUTIFUL SIXTIES

“All those nice people have been living in peace and integrity regardless of their social status and religion in a fabulous city. One day this delicate dream came to end. Everything changed rapidly. Now the question is: What will be the future? Will the innocence of the city come back again or dirty face of the life will reign forever”

Imagine dream city Istanbul in the beginning of sixties. Population consisted of Moslems, Jews, and other Non-Moslems had been living together in peace as it used to be for many centruies in the picturesque villages on both side of the Bosphorus. Today’s nostalgic trams and steam boats were the main public transportation at that time. A real ease and peace reigned in this dazzling city which was the host of many civilizations and link of two continents when our story began:
A stormy day a young, charming jewish girl knocks the door of her childhood friend’s house with her illegitimate son. She is so desperate and hopeless since she is excluded from her community because of her illegitimate son whose father was a rich jewish businessman committed to suicide and died as a result of unexpected bankruptcy.
Her childhood friend has been struggling with the mercilessness of her troubled life as a recently widowed woman and mother of five orphan children. Despite all destitute she does not hesitate to share the small cottage and welcomes her. Together they make a big family and illegitimate son Moiz is the youngest member of this large self sacrificing family.
Beginning from that stormy day life becomes a big funny game for all. Family children and naughty neighbour kids discover unigue excitement of being and acting together as a big family day by day. Even, they set up a street boys gang to rule in their child kingdom and find new enjoyments. Sixties Istanbul was ready to give more and more pleasure to those little bastards with its colorful life and fabulous environment.
Unfortunately during mid sixties life becomes to be less generous to everyone because of economic crisis breaks out suddenly. Population living in countryside begins to move to big cities to seek for new life and hope. Not just our large family but almost all city residents regardless of poor or rich were affected by the rapid growing of the city population caused by the mass migration from countryside to Istanbul. Everyday new residents appear in the neighbourhood, and Istanbul is not the dazzling city anymore. As city residents, environment changes with new jerry-build suburbs and vulgarity of growing population.
First inevitable result of this social impact is the conflict of different cultures between the original residents of Istanbul and newcomers. Later on our orphans will have to face dirty side of adults as child sexual abuse and violence. While newcomers are taking the majority, native fellows become lessen day by day as another unpleasant result of migration soursed from countryside. As the time goes on, no one is innocent anymore. Will the old, beautiful days come back or their life turn to a tragic experience that leave deep trauma to burn their heart life long.
This novel tells us how unexpected social impacts of a rapid change destroy a dream city and how this impacts turn innocent people’s life into a tragic turmoil. Also this novel proofs us how a fairy tale comes true in such conflict and turmoil. A RAVEN SUMMER is a stunning novel told by the witness of mischievous children in a naive and fluent way.
Written by Mehmet Unver (Author)

 
SYNOPSIS OF MY SECOND NOVEL

MIST (Novel)
Author: Mehmet Unver
Okuyan Us Publishing – Novel - ISBN : 9758420704

At the most exciting age of their life, provocative power of being adolescent pushed them for their first sexual experience. But this delightful dream was ended by iron fist of military junta that took over whole country abruptly. Then they became the witness of execution of innocent youngters in horrible prisons. Actually during seventies whole country was a huge prison that all population were locked up to discover ruthless side of real life, grief, supressed egos, hope, hopelessness besides murders, suicides, tortures and mysterious incidents.


MIST

At the age their first sexual experiences took place, they also met the tragic face of murders, deaths, suicides, mysterious incidents and ruthless military junta besides the sweet excitement of being a teenager. As young generation they were preparing for the future but suddenly their country became being ruled by military junta. Consequently university students were killed and more planned to be killed by this merciless dictatorship. This unexpected happening sounded like a joke to our teenagers at the very beginning, but unfortunately it was not.
A troubled country: Turkey: During seventies. A restless nation. Political crisis, university student’s actions, provocations, and angry proletarian movements have been going on for months. Finally military junta takes over the country administration. When generals start to rule with an iron fist public realizes how terrible to live under such a dictator authority. Since whole country surrenders to this despotic power there was no chance of sixties ease and peace to survive and therefore social integrity collapses suddenly. Consequently friends are not friends anymore, and neighbours are not neighbours either. Everyone seems each other as an enemy. The number of telltales of junta among the public increase day by day. Therefore everyone is afraid of unknown fate. This is a burning period for all citizens. Its is hard to believe but in the same family, even between brothers and sisters toleration and affection is over. Future is just a suffocating gray color, and those beautiful days are behind a mist. Public is drifted into dark color of pessimistic clouds because of tortures, arrests and sentences applied by junta to students, proletarians and intellectuals of the country just to intimidate whole population.
As I mentioned before our novel characters are teenage boys and girls whose minds are messed up by ongoing horror in the country. Because junta continues its intimidate policy by executing young university students following a short and subjective judgment period in the military court. Our teenagers realize whole country is a jailhouse that mostly students, prolaterians and intellectuals are locked up.
As well as this confusion and terror in the country our characters have to struggle with emotional storms and revolt in their young hearts triggered by the provocative power of being adolescent. Their strongest connection to life is the fabulous city they reside. Istanbul, the dream city, which is the host of many civilizations and link of two continents. Being a resident of this amazing city is the only solace for them. Unfortunately this dream is about to collapse. Because of unexpected reasons they have to abandon their lovely town to move to a far village. While mass of countryside fellows are migrating from little towns to big cities to seek for a new life, our teenagers had to move to a small and fantastic mountain village where they discover real sexuality, grief, supressed egos, hope, and hopelessness besides murders, suicides and mysterious incidents.
MIST is a novel of seventies restless life in a country which was ruled by merciless military junta that victims were youngsters, sufferers were intellectuals, workers and of course scattered families. Story is told by the eyes of teenagers who discover the sexuality and have to carry on with this ruthless life and burning hearts.
Written by Mehmet Unver (Author)

 

MY BELOVED MOTHER

She gave me the inspiration to become a writer

Thursday, September 07, 2006

 
ARSEN LUPEN, KAPTAN COOK VE ANNEM
Merhaba

Baslik ilginc gelebilir. Hatta ne alaka? diyebilirsiniz. Oyle ya, Arsen Lupen sosyeteyi ve ozellikle de mucevheri bol olan zenginleri soyan kibar bir hirsiz, Kaptan James Cook ise yuzlerce yil once ceviz kabugu misali gemilerle yelken acip dunyanin obur ucuna kadar giderek Yeni Zellanda'yi, Avustralya'yi kesfeden cesur bir denizci. Dogal olarak ne kendi aralarinda, ne de annemle bir baglari yok gibi gorunuyor. Oysa var:
Soyle bir gozunuzde canlandirin: Yil 1963. Istanbul'da kar yagiyor. Hava ikindiden kararmis. O zamanlar Bogazici kopruleri yok, iki yaka arasinda tek ulasim komurlu vapurlar. Gece son vapuru kacirdiniz mi is bitti. Artik ya o kiyida oturan bir tanidigin evine davetsiz yatili misafir olacaksiniz, ya da sabaha kadar iskelede uyuyacaksiniz. Bu arada o zamanlar her yuz evden sadece birinde telefon oldugu icin oyle arayip: "Alo ben gelemiyorum, vapuru kacirdim" deme sansiniz da yok.
Iste o gece kardesimle cam kenarinda bir yandan disarida savrularak yagan kari seyrederken bir yandan da annemizin isten donmesini bekliyorduk. Annem hemen her gece ayni vapurla doner, ayni saatte elinde filelerle yokusun basinda beliriverirdi. Evden deniz gozukuyordu. Oysa o gece iskeleye yanasan her zamanki vapurundan cikmamisti. Bir gecikme oldugunu dusunmustuk. Bir sonraki vapurdan da cikmadi. Ozellikle kis mevsimleri alismistik gec gelmelerine. Bu arada radyo siddetli kar yagisindan dolayi vapur seferlerinin gecikmeli olarak yapildigini duyurmustu. Disarida kar yarim metreyi bulmustu. "Belki bir sonraki vapurla gelir, yok digeriyle gelir" derken annem o gece son vapurla da gelemedi. Iskeleden cikip, tipiden zor gorulen yokusa soluk soluga tirmanan insanlar arasinda yoktu annemiz.
O gece kardesimle cam kenarinda sabahladik. Hani olur ya..??.Bir umut? Oysa Bogazici kopruleri o zamanlar henuz insa edilmemisti. Bu nedenle hic bir sansimiz yoktu. Ve ne yazik annemiz gelmemisti. Ertesi aksama kadar merak ve heyecan icinde bekledik. Calistigi evde telefon olsa bile, bizde, ya da komsulara yoktu o zamanlar. (Annem 1960 da baglatmak icin basvurmus, telefon alma sirasi 1973 de gelmisti. Tam on uc sene). Ertesi aksam yorgun ve bitik bir halde yokusun basinda beliriverdi annem. Bir gece once gelemeyisinin nedenini merak ediyorduk. Ne olmustu? Hastalanmis miydi? Vapuru mu kacirmisti? Basina kotu bir sey mi gelmisti? Yanit hicbirisi degildi: Calistigi evin bizimle yasit olan cocugu kutuphanesindeki kitaplari ese, dosta dagitip yerine yeni kitaplar almayi planlamis, o kitaplardan bazilarini da bize getirmek uzere anneme vermeyi kararlastirmisti. Kitapliktaki piril piril ciltli kitaplarin bizi nasil mutlu edecegini bilen annem olur da baska biri alir gider diye o karli gece kitaplari kimseye kaptirmadan alip bize getirmeyi kararlastirmisti. Oysa evin cocugu biraz da hava muhalefetinden olacak henuz gittigi arkadas ziyaretinden donememisti. Bu durumda annem isi sansa birakmayip onu beklemeye karar vermisti. Cocuk eve donup, bizim icin ayirdigi kitaplari verince annem ok gibi firlayip iskeleye kosmus ve son vapurun on dakika once kalktigini ogrenmisti. O tipide Nisantasi'na geri donemezdi. Gece yarisi kar yarim metreyi bulmustu. Gidecek baska bir yeri de olmadigi icin kucaginda kitaplar buz gibi iskeledeki tahta kanepelerde uyuklayip ertesi gun tekrar is yerine gitmis, aksam oldugunda bir kucak dolusu guzelim kitapla eve donmustu.
Divanin uzerine yaydigimiz kitaplari buyuk bir mutlulukla seyretmistik. En cok da nefis bez cilde sahip olan iki tanesine bayilmistik. Hayli de kalindi bu kitaplar. Biri Arsen Lupen, digeri Kaptan James Cook'un Kesifleri. O geceyi hic unutamam. Aradan kirk alti sene gecti. Annemin o karli gece son vapurdan da cikmayisi ardindan yasadigimiz korkuyu ve ertesi gun kucaginda kitaplarla geldigi zamanki mutlulugumuz aklima kazindi. Ben sizlere bunlari yazarken annem yanimdaki kanepede masum bir cocuk gibi oturuyor. Simdilerde seksen alti yasinda ve pek cok yasiti gibi artik cocukluga dondu. Ona bir opucuk konduruyor ve sizlere sevdiklerinizle mutlu, saglikli bir yasam diliyorum. Mehmet Ünver

 

DİLBER ABLA ARTIK YAŞAMIYOR

Tanımaktan büyük bir mutluluk duyduğum o güzel insanın anısına.

DİLBER ABLA ARTIK YAŞAMIYOR

Onu ilk gördüğümüzde kardeşimle henüz okula bile başlamamıştık. Yarattığı görüntü öyle korkunçtu ki, ayaklarımızın bağı çözülmüş, büyük bir panik yaşamıştık. Sizi bunca korkutan neydi diye soruyorsanız, gördüğümüzü kısaca tarif etmem gerekir: Bedenine zincirler dolamış siyahî bir kadın, ağaca bağladığı bir adamı bir yandan bağırta bağırta kırbaçlarken, bir yandan da gözlerini akları görünecek kadar döndürüp, korkunç naralar atıyordu. Açıkçası cehennemden gelmiş bir zebani zavallı adamcağıza onca insanın önünde işkence yapıyordu. Gözlerindeki hain pırıltı, kırbacı her vuruşunda attığı çığlıklar yüreğimize işlemişti.
Bu olayın üzerinden henüz iki gün geçmeden çok daha beter bir karabasan yaşadık. Çünkü o zebani, kafasına bir hasır şapka oturtmuş, parıltılı kumaştan kolsuz bir entari giymiş ve boynuna rengârenk boncuklardan oluşmuş kolyeler takmış olarak bahçe kapımızdan içeri girivermişti. Kardeşim onu görünce: “Anneeee, zebani kadın geldiiii” diye bağırarak adeta bir maymun gibi bahçedeki en yüksek ağacın tepesine tırmanarak kendisini güvene aldı. Bense geceleri tavan arasından gelen garip sesleri duyduğum zaman yaptığım gibi yatak odasındaki sandığın içine kaçtım. Bizi sakinleştirmeye çalışan annem ne diyeceğini şaşırmıştı: “Korkmayın oğlum, o zebani değil, bizim Dilber Abla. Çaya davet etmiştim” Oysa Dilber Abla filan dinleyecek halde değildik. O kadın bizim için bir zebaniydi işte. Öte yandan annem; Osmanlı Padişahlarının Dilber Ablanın dedelerini çok yıllar önce Habeşistan’dan getirdiğini, kendisi okul derneğinde görevli olduğu için müsameredeki piyeste gönüllü olarak oynadığını ve o adamı dövme sahnesinin tamamen rolü gereği olduğunu söylese de korkumuz geçmedi. Dilber abladan ödümüz kopuyordu. O kapkara kadını sokakta görsek yolumuzu değiştirip, tabana kuvvet eve kaçıyorduk.
Bu korkuyu üstümüzden atmamız birinci sınıfa başladığımızda okulda oynatılan bir film sayesinde gerçekleşti. Alt salonda Tarzan filmi oynuyordu. Kardeşimle cebimizde paramız olmadığı halde gittik. Kapıdaki adam yirmi beş kuruş vermeden bizi içeriye sokmayacağını söylediğinde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştık. Sonra birden Dilber Abla olanca haşmetiyle ardımızda belirdi ve adamın yakasına yapıştı:
“Bana bak: Ben dernek üyesiyim. Bu yetimlerden para istemeye utanmıyor musun?”
Oysa adamın onu dinlemeye hiç niyeti yoktu. Bizi sürekli olarak dışarı doğru itiyordu. Sonunda Dilber Abla çileden çıkıp: “Tuh suratına” diyerek çantasından çıkarttığı paraları görevlinin kafasına attı. Adam neye uğradığını şaşırmışken bizi elimizden tutup en ön sıraya oturttu. O günden sonra Dilber Abla kahramanımız olmuştu. Bunu perçinleyen olaysa yine okul aile birliğinin maddi durumları kötü olan öğrencileri ayakkabı ve elbise almak için Sultanhamam’a götüreceği gün gerçekleşti. Biz de yardım yapılacak fakir ailelere mensup öğrenciler arasındaydık. O sabah bahçedeki törenden sonra bir görevli isimlerimizi okuyup: “Bunlar fakir yardımı alacak öğrencilerdir. Hemen şurada sıraya dizilsinler” deyiverince boğazımıza bir şey düğümlenmişti. Evet, fakir olabilirdik ama bunun orta yerde dillendirilmesini kabullenmeyecek kadar da gururluyduk. Çocuk kalbimiz fena halde yaralanmıştı. İşte tam o anda Dilber Abla şişedeki cin gibi ortaya çıkıp, adamın yakasına yapıştı: “Ulan eş…..k. Bir de tellal bağırtsaydın bari. Yardım dediğin gizli yapılır. Şu sabilerin nasıl mahzunlaştığını görmüyor musun?” Ardından gelen uzunca bir ;“Tuhhh suratına” haykırışı görevliyi şok etmeye yetmişti.
Dilber Abla artık kayıtsız şartsız bir numaramızdı. Onu yere göğe koyamıyorduk. Bir seferinde kolsuz elbise giydiği için: “Hanım, hanım böyle çıplak geziyorsun, öbür dünyada cayır cayır yanacaksın” diyen bir adama: “Bana baksana sen! Bu dünyada zaten yakmışlar. Tenim böyle kapkara. Utanmadan bir de öbür dünyada mı yakacaklar” deyince içimizden alkışlamıştık onu.
Büyüdükçe ve onu yakından tanıdıkça bu sıcak yürekli, siyah tenli kadını daha çok sevdik. Hayata bambaşka bir yerden bakıyordu. Üzerine parlak kumaşlardan elbiseler giyip, bulduğu bütün incik boncuğu taktıktan sonra incecik topuklu ayakkabılarıyla salına salına gezintilere çıkıyor, bakışları üzerinde biraz fazlaca kalanları: “Ne bakıyorsun ayol? Hiç böyle güzel Arap görmedin mi?” diye azarlıyordu. Bir seferinde sokakta kendisine kabaca laf atan bir adamı özür dileyene kadar dövdüğü haberi gelince hiç şaşırmamıştık. Dilber Abla’ydı bu. Kafası kızdı mı erkek filan dinlemez, döverdi. Ergenlik bunalımları yaşadığımız günlerde penceresinin kenarında kurduğu çilingir sofrasında kimseyi iplemeden demlenişini görmek bize hep moral verdi. Ona biraz önyargılı bakanlara inat hiçbir şeyden eksik kalmadı. En şık kıyafetleri giydi. Nişanların, düğünlerin, Boğaz gezilerinin, yemeklerin, en çok da bahçelerde yapılan sünnet düğünlerinin başmisafiriydi.
Sonra yıllar geçti. Biz yetişkin olduk. O yaşlandı. Yaşlılığı sadece kâğıt üzerindeydi. Çünkü fizikken ve ruhen hiç değişmemişti. Aynı hazırcevap, aynı neşeli, aynı fıkır, fıkır kadındı. Üstüne rengârenk bir elbise geçirip, şıngır şıngır takılarını takarak, köşe bucak İstanbul’u gezer, dönüşünde vapur yolcularının kalbini fethetmiş olarak yüzünde gülücüklerle iskelemizde inerdi. Gittiği yerlerden döndüğünde herkes rahatlardı. Çünkü muhitimizin maskotuydu. Nedense hiç gelmeyip, oralarda kalacakmış gibi bir korku vardı üzerimizde. O ise iyice yaşlanıp, başka bir muhite taşındığı günlerde bile eski mahallesini ihmal etmedi. Onu hiç ummadığımız anlarda önünden geçtiğimiz eski bir konağın balkonundan bize el sallarken, kimi zamansa ahşap bir evin kapısında, etrafına eski komşularını toplamış, elinde sigarası güle, kıkırdaya sohbet ederken görürdük. Bizler her geçen gün yaşlanıyor, daha çok yoruluyor giderek artan bir üşengeçliğin pençesine düşüyor, o ise tam tersi yaşamla bağlarını her geçen gün arttırarak düğünlerin, kına gecelerinin, pikniklerin, ada gezilerinin, okul balolarının aranan kişisi olmaya devam ediyordu. Düğünlerde gelinin kolundan damadı kaptığı gibi ilk dansı onunla yapması artık bir Dilber Abla klasiği olmuştu. Oynamaya kalkmayan kızları zorla piste sürüklerdi:
“Ayol ne miskin şey bunlar. Bir de genç kız olacaklar. Kalkın çabuk”
Sonraları biraz da yaşamın önümüze çıkarttığı çeşitli zorluklar yüzünden daha az görüşür olduk. Yine de haberlerini alıyorduk: Sonunda o da yaşlanmıştı. Dışarı çıkamasa da pencere kenarındaki çilingir sofrası keyfine devam ettiğini biliyorduk.
Vefatını öğrendiğimde kendi kendime: “İnşallah gittiği yerde de takıp, takıştırıp salına salına gezerek etrafa neşe saçar” dedim. Bunu yapıp, yapamayacağını bilemem elbette. Ama emin olduğum bir şey var. O da: Eğer öbür dünyanın kapısına dayandığında, zebaniler büyük bir hata yapıp, ona: “Dilber Hanım, hayattayken kolsuz elbiselerle gezip, pencere kenarında içki içerdin. Şimdi şöyle cehenneme buyur” bakalım demişlerse çok büyük bir hata yapmışlardır. Çünkü adım gibi biliyorum ki, Dilber Abla o zaman: “Ayol dünyaya zaten yakıp da yolladınız beni. Ortalıkta kapkara dolaştım. Şimdi bir de burada da mı yakacaksınız?” diye haykırarak gözlerini döndüre döndüre zebanilerin üstüne yürümüştür. MEHMET ÜNVER



 

MEHMET UNVER - MEHMET ÜNVER

İLK SÖZ
Blogumu açtıktan sonraki ilk hafta sonu. Dördüncü romanım Ocak 2007'de yayımlanmak üzere yayım planına alındı. Pazartesi gününden itibaren bir süre için ara verdiğim beşinci romanımın yazımına devam edeceğim. Önümüzdeki günlerde bugüne kadar yayımlanan üç romanımın kısa tanıtımlarını da bloguma koymayı planlıyorum.

 

HAYIRLISI OLSUN

Arkadaslar blogum acilmistir. Bilgilerinize. İcerik zamanla dopdolu olacaktir.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?

Site Ekle Add to Google